Osmalı Kurtları

Osmanlı Kurtları Sayfasına Hoş geldiniz

10 Ocak 2013 Perşembe

Abdullah-i İlahi Hakkında Genel Bilgi

Abdullah-i İlahi Hakkında Genel Bilgi
Abdullah-i İlahi Hakkında Bilgi
Abdullah-i İlahi İle ilgili Bilgi
Abdullah-i İlahi İle ilgili Genel  bilgi
Abdullah-i İlahi Kimdir?
Abdullah-i İlahi Hayatı
 
 
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah’dır. Molla İlâhî, Şeyh-i Simâvî lakablarıyla tanındı. O zamanki adıyla Germiyan vilâyetinin (Kütahya) Simav kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) târihinde Rumeli Vardar Yenicesi’nde vefât etti. Kabr-i şerifi oradadır. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinde Molla İlahî’nin dîne hizmetlerinden ve kabrinin ziyaret edildiğinden bahsetmektedir.
İlk tahsîlini doğduğu yerde yapan Abdullah-i İlâhî, sonra ilim ve irfan merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’ne kaydoldu. Aklî ve naklî ilimlerde yükseldi. Zamanın en meşhur âlimlerinden olan ders okuduğu hocası Alâaddîn Tûsî ile birlikte İran’a gitti. Kirman’da hocasının derslerine devam etti. Bundan sonra Semerkand’a gidip zamanın mürşîd-i kâmili ve evliyânın büyüğü, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup sohbetlerine kavuştu. Ondan feyz alıp, tasavvufda yetişti. İcazet aldıktan sonra hocasının işareti ile Buhârâ’ya geçip Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyaret ederek bir seneye yakın ibâdet ve tefekkürle meşgul oldu. Böylece Nakşibend hazretlerinin rûhâniyetlerinden de feyz alıp, olgunluğa erişti. Öyle ki, Behâeddin-i Buhârî (r. aleyh) kabrinden çıkıp ona gözükür, o da hâlini, rüyalarını anlatır, tâbirini dinlerdi. Abdullah-ı İlâhî, bir müddet sonra Semerkand’a hocasının yanına döndü ve sohbetlerine devam etti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona icazet verdi ve Anadolu’da vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyâsından Molla Abdurrahmân Câmî ile Herat’ta görüştü. Sonra memleketi olan Simav’a yerleşti. Simav’da bir dergâh kurup, burada insanın olgunlaşmasını, îmânın vicdânîleşmesini sağlayan Ahrâriyye yolunun edeblerini öğretti.
Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı Çelebi Muhyiddîn Efendi’nin ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı oldu. Vezir Muhyiddîn Efendi’nin kendisi ve talebeleri için hazırladığı yerlerde oturmayı kabul etmeyip, Zeyrek Câmii’nin boş ve viran hâldeki medresesine yerleşti. Kısa zamanda herkesin mürâcât kaynağı oldu. İstanbul’daki evliyânın büyüklerinden Şeyh Vefâ ile görüşüp sohbette bulundu. Bir müddet Zeyrek Câmii Medresesi’nde ilim ve feyz saçtıktan sonra Evrenoszâde Ahmed Bey, onu Rumeli’de Vardar Yenicesi’ne götürmek istediğini arzetti. Yerine Semerkand’dan Anadolu’ya getirdiği talebesi Seyyid Ahmed Buhârî’yi bırakarak, bu daveti kabul edip Vardar Yenicesi’ne gitti. Evrenoszâde’nin yaptırdığı hânekâha yerleşti.
Abdullah-i İlâhî, ömrünün sonuna kadar Rumeli Vardar Yenicesi’nde ikâmet edip, insanları manevî olgunluğa ulaştırmakla meşgul oldu. En meşhur talebeleri Emîr Ahmed Buhârî, Muslihiddîn Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Vardar Yenicesi’nde kıymetli eserler te’lif etti. Onun sebebiyle o belde îmâr gördü. Câmiler, hanlar, ziyâretgâhlar yapıldı. Abdullah-i İlâhî, mütevâzî, güzel ahlâk sahibi bir zât olup, çok kerâmetleri görüldü.
Âbid Çelebi anlatır: “Abdullah-i ilâhî’nin huzurunda bir müddet kalıp sohbetlerine devam ettim. Kalbim açılmadı. Şeyh Muhyiddîn-i İskilîbîye gitmeye karar verdim. Bir gün câmide namaz kılıyordum. Aklımda hep bu düşünce vardı. Hocam da yukarıda namaz kılıyordu. Namazdan sonra bana dönüp; “Seni, namaz kılarken Muhyiddîn-i İskilîbî’nin şeklinde gördüm” buyurdu, özür diledim. Elini öptüm ve hizmetini nîmet bilip ayrılmadım. Gün geçtikçe gönlüm aydınlandı. Ard arda gelen feyzlerine kavuştum.”
Abdullah-i İlâhî’nin en meşhur eserleri şunlardır: 1- Keşf-ül-Vâridât li tâlib-il-kemâlât ve gâyet-id-Derecât. 2- Meslek-üt-tâlibîn vel-vâsilîn: Tasavvufî bir eser olup, Türkçe yazılmıştır. Yazma bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Lala İsmâil kısmı No: 140’da mevcuddur. 3- Zâd-ül-müştâkîn: Vardar Yenicesi’ne gittikten sonra kaleme aldığı tasavvufî bir eser olup, yüzden fazla tasavvuf ıstılahının açıklamasıdır. Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmı No: 420’de bir nüshası vardır. 4-Esrârnâme: Süleymâniye Kütüphânesi Hâşim Paşa kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 5- Risâle-i Vücûd: Vahdet-i vücûd mevzuunu îzâh için kaleme alınmıştır. Arabça olup, Süleymâniye Kütüphânesi Mihrişah kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 6- Risâle-i Ehâdiyye: Fârisî dille yazılmıştır. Hadarât-ı hams, âlem-i ceberut, âlem-i lâhût, âlem-i hakâik, cem’ul-cem’, gayb-ul-meçhûl, mâhiyet-ül-mâhiyyât, hüviyyet-i gayb, ehadiyyet gibi terimler açıklanmıştır. Şehîd Ali Paşa Kütüphânesi No: 1390’da bir nüshası vardır. 7- Menâzil-ül-kulûb: Rûzbihân-ı Baklî’nin Risâle-i kuds adlı eserine Farsça yaptığı şerhtir. Bu şerh, Muhammed Takî’nin Rûzbihânnâme adlı eserinin içinde yayınlanmıştır Tahran-1968).
Kenz-ül-esrâr, Necât-ül-ervâh, Risâle-i Molla İlâhî veya Risâle-i Es’ile ve Ecvibe ve Mi’râciyye eserleri de Molla İlâhrye nisbet edilmektedir.
Molla İlâhî’nin Türkçe eserleri onbeşinci yüzyıl Türk nesri bakımından çok önemlidir.

ÖYLE BİR TÖVBE ETTİ Kİ!..

Abdullah-i İlâhî bir gün sohbet ederken, söz, çalışmak ve gayretten açılmıştı. “İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuşlardı. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü kabûllenmeyip, at hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun hâli nasıl oldu diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır.” Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar; “Duymadık” deyince anlatmaya başladı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsı olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada ahırın duvarlarından biri yarılıp içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâl karşısında, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömülmüş. Bu sırada ahırın duvarlarından biri daha yarılmış, daha parlak bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce, hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi zât, o iki kişiye niçin geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun yerine” at hırsızlığı yapan kişiyi tâyin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına vanp, onu gübreler arasından çıkardılar; gönlünü alıp, tebrik edip, kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın cenazesini kaldırmaya gidip, cenaze namazını kıldılar ve defnettiler.”
Abdullah-i İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi; “Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyânın üçler yoluna girip, onlardan oldu diye bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o zâtlar yanına girdiklerinde, şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına saklanıp, ne kadar zorluk ve ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönetip riyazet çeken kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz.” Abdullah-i ilâhî hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini dinleyince, sohbetin başında kalbinde bâzı itirazlar bulunan o âlim kimsenin, içindeki şüphe ve yanlış düşünceleri temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini öpüp, özür diledi ve sevenlerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Nefehât-ül-üns tercümesi (Lâmii Çelebi, İstanbul-1289); sh. 460
2) Şakâik-i Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 262
3) Seyehatnâme (Evliya Çelebi, İstanbul-1318); cild-8, sh. 175
4) Tezkiret-i Latîfi; sh. 50
5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 91
6) Sefînet-ül-evliyâ (Hüseyin Vassâf Halveti, Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma bağışlar No: 2305); cild-1, sh. 29
7) Güldeste-i Riyâz-ı İrfan (İsmâil Beliğ, Bursa-1302); sh. 140
8) Tâc-üt-tevârih
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1079
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 214
11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3099
12) Fevâid-ülbehiyye; sh. 145
13) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 358

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder