Abdülaziz Han Hakkında Genel Bilgi
Abdülaziz Han Hakkında Bilgi
Abdülaziz Han İle ilgili Bilgi
Abdülaziz Han ile ilgili Geniş Bilgi
ABDÜLAZÎZ HAN
Babası.................... : Mahmûd-II
Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan
Doğumu.................. : 8 Şubat 1830
Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876
Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası......... : 97
Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.
Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.
Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.
Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.
Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.
Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).
Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.
Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”
Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.
Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.
Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.
Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.
Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.
Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.
Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.
Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.
Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:
“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.
Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.
Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.
Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.
Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.
Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.
Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.
Fer’iye Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi. Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu. Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın odasına toplandı.
Devlet ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler. Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp askerlikten tardettiler.
Ertesi gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular.
Sultân’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm, daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir. İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild, 270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi).
İleri görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi. Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu.
Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı. Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu.
Sultan Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862 senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek, bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865 senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî binasında yeniden eğitime başladı.
Sultan Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar yaptırdı. O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolu imtiyazı Avusturya firmasına verildi. Bu demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesi bâzı îtirâzlara yol açtı. Fakat Pâdişâh, halkın rahatı için; “Demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin” diyordu. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1873’de işletmeye açıldı. 1862’de mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Niş, Bosna, Vidin, Samsun, Amasya, Kastamonu’ya yeni yollar yapıldı. İstanbul’da tramvay yapılarak Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Karaköy ve Eminönü arasında demir köprü (Galata/Mecidiye köprüsü) yapılarak hizmete açıldı. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle nehirleri üzerinde gemi işletilmesi teşebbüsleri ilk defa başlatıldı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtım inşâsı yabancı şirketlere ihale edildi, idâre-i Azîziyye adı ile bir Seyr-i sefâin idaresi kuruldu ve Boğaz’da gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriyye’ye imtiyazlar verildi.
Sultan Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı.
Bu devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka, 1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü.
Sultan Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu.
Gayet ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı. Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini kabul ettirdi.
Sultan Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü. Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir.
Çok müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı tamamlatmıştır.
Sultan Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur. Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı. Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr edememektedir.
Sultan Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar: “Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp, yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle dinlerdi.”
Sultan Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin, Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma sultanlardır.
Sultan Abdülazîz Han Devri Kronolojisi
6 Ağustos 1861 Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması.
............... Âlî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
22 Kasım 1861 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Haziran 1862 Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa tutması.
23 Ağustos 1862 Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi.
31 Ağustos 1862 İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması.
8 Eylül 1862 İstanbul protokolünün imzalanması.
5 Ocak 1863 Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı.
3 Nisan 1863 Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati.
1 Haziran 1863 Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı.
28 Haziran 1864 Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul protokolünün imzası.
28 Mayıs 1866 Mısır veraset usûlünün değişmesi.
2 Haziran 1866 Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi.
5 Haziran 1866 Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
2 Eylül 1866 Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı
11 Şubat 1867 Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı
24 Mart 1867 Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması.
10 Nisan 1867 Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki
21 Haziran 1867 Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi.
7 Ağustos 1867 Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi.
1 Nisan 1868 Kuvvetler birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı devletin kuruluşu.
2 Ekim 1868 Sadrâzam Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi.
12 Şubat 1869 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü.
19 Kasım 1869 Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi.
11 Mart 1870 Bulgar kilisesinin bağımsızlığı.
13 Mart 1871 Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın imzalanması.
7 Eylül 1871 Âli Paşa’nın ölümü.
8 Eylül 1871 Mahmûd Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı.
25 Eylül 1871 Tanzîmât devrinin son bulması.
31 Temmuz 1872 Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı.
19 Ekim 1872 Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Şubat 1873 Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
15 Nisan 1873 Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması.
15 Şubat 1874 Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı.
13 Nisan 1875 Hersek’te isyân çıkması.
26 Nisan 1875 Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
26 Ağustos 1875 Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
6 Ekim 1875 Dış kredilerle ilgili karar.
31 Ocak 1876 Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı âlîye tebliği.
2 Mayıs 1876 Bulgaristan’da isyân çıkması.
4 Mayıs 1876 Selanik Vak’ası.
10 Mayıs 1876 Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto yürüyüşüne sevketmesi.
12 Mayıs 1876 Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
13 Mayıs 1876 Berlin memorandumu.
30 Mayıs 1876 Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi.
4 Haziran 1876 Abdülazîz Han’ın şehâdeti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul-1920); cild-2, sh. 35
2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986); cild-2-4
3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh. 22, 56, 196, 222
4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat, İstanbul-1319)
5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37
6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul, 1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254
7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı (Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324)
8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333)
9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin, İstanbul-1940/1953); cild-1-3
10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197
11) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı: 6(83), sh. 321
12) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)
13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21
14) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021
15) Eshâb-ı Kiram; sh. 280
16) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 69
17) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141
18) Türkiye ve Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169
19) Sergüzeştnâme (Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310)
20) Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324)
21) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326)
22) Mir’ât-ı şuûnât (Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328)
23) Hâtıra-i Âtıf (Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7)
24) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı-6 (83)-1926)
10 Ocak 2013 Perşembe
Abdurrahman Gazi Hakkında Genel Bilgi
Abdurrahman Gazi Hakkında Genel Bilgi
Abdurrahman Gazi Hakkında BilgiAbdurrahman Gazi İle ilgili Bilgi
Abdurrahman Gazi İle ilgili Genel Bilgi
ABDURRAHMÂN GÂZİ
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda
büyük hizmetleri geçen mücâhid kumandan; Ertuğrul Gâzi’nin silâh arkadaşı ve
Aydos kalesi fâtihi. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1329 (H. 730)
târihinde vefât etti. Kabr-i şerifinin, Eskişehir yakınında kendi adıyla anılan
köyde olduğu rivâyet edilmektedir.
Abdurrahmân Gâzi, cihâd hizmetini
yâni Allahü teâlânın dîninin yayılması ve O’nun kullarına duyurulması
vazifesini, Osman Gâzi ve oğlu Orhan Gâzi devirlerinde de devam ettirdi. Târihe
altın harflerle geçen bir çok kalenin fethine ve meydan muhârebelerine iştirak
etti. Osman ve oğlu Orhan Gâzilerin gözü yerindeki kumandanlarından ve silâh
arkadaşlarından idi. Osman Gâzi vefâtından önce, Abdurrahmân Gâzi ve diğer
mücâhid silâh arkadaşlarını oğlu Orhan Gâzi’nin hizmetine verdi. Çavdar
tatarının Karacahisar pazarını basması üzerine Lefke’ye (Osmaneli) yaptığı
gazâdan dönen Osman Gâzi, oğlu Orhan’a; “Oğul! Her ne kadar bu tatarları yemin
verdirip gönderdi isek de, bunlar söz tutmaz bir topluluktur. Bu defa var sen
gazâ et! Hak teâlânın zafer vermesi ümîd olunur” diyerek onu cihâda gönderdi.
Yanındaki mücâhid kumandanlarından Akça Koca, Konur Alb, Abdurrahmân Gâzi ve
Köse Mihâil’e hitaben de; “Gâziler, silâh arkadaşlarım! Göreyim sizi. Din
yolunda nasıl davranırsınız?” buyurdu. Abdurrahmân ve diğer mücâhid Gâziler,
sonradan üç kıt’a ve yedi iklimde hükmeden Osmanlı Devleti’nin temelini attılar.
Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alb; Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken;
Abdurrahmân Gâzi de, İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar yaparak Bizanslıları
şaşkına çevirdi, İstanbul’dan mücâhidlere gelecek saldırıları önledi. Zîrâ
Bizans tekfuru, seçme askerlerini gâzilere karşı gönderiyordu. Abdurrahmân Gâzi,
bu seçme Bizans kuvvetlerini, düzenlediği akınlarla zayi edip (kırıp), geri
çekilmelerini sağladı. Gâziler geceleri uyumazlar, gündüzleri at sırtından
inmezlerdi. Buraları müslüman toprakları yapmak azmiyle, kanlarını, canlarını
feda edip hayırla yâd edilmek için çalıştılar.
İznik’e yakın bulunan Kara Tekin’e
yerleşen Samsa Çavuş, zaman zaman İznik’e akınlar ve baskınlar yaparak kale
çevresinde sık sık görünmekte idi. İznik tekfuru bu baskınlardan yakınarak
Bizans imparatorundan yardım istedi. İstanbul’dan toplanan Bizans kuvvetleri
gemilerle Yalakova (Yalova)’ya çıkarıldı. Bunu haber alan Abdurrahmân Gâzi,
bunlara baskın yaparak çoğunu kılıçtan geçirdi. Sağ kalanlar da bin bir zorlukla
gemilere binip İstanbul’a döndüler.
Abdurrahmân Gâzi, Bursa
fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi olarak hizmet gördü ve Akça Koca
ile istişâreli olarak gazâ ve fetihlerini sürdürdü.
Orhan Gâzi’nin silâh arkadaşları
kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit körfezi ve batıda İstanbul Boğazı ile
hudûdlanmış olan yarım adaya girmekte gecikmediler. Akçakoca, Konur Alb ve
Abdurrahmân Gâzi’nin akınları durmadan devam etti. Nihayet boğaziçi sahillerine
kadar ulaştılar. Konur Alb, Akyazı ile Sakarya’nın iki tarafındaki kaleleri
Rumların elinden aldı. Akçakoca da; Ermenipazarı, Ayan Gölü (Sapanca Gölü),
Kandıra kalelerini ve daha sonra da kuvvetlerini birleştirip Samandra’yı
fethettiler. Samandra’nın fethinden sonra, 1326 (H. 726) senesinde o mıntıkaya,
fâtihinin adına izafeten Kocaeli denildi. Sakarya’nın kuzeydoğusundaki havaliye
de Konur Alb’ın ismine izafeten Konrapa denildi.
Aydos kalesi, Aydos dağının doğu
tarafında inşâ edilmiş bir kale olup, Konur Alb ile Abdurrahmân Gâzi tarafından
fethedilmiştir.
Abdurrahmân Gâzi’nin ismi
söylendikte akla, Aydos kalesi; Aydos kalesi denince de Abdurrahmân Gâzi gelir.
Bu kale feth edilirken vuku bulan kale kumandanının kızı ile Abdurrahmân
Gâzi’nin macerası gerek Rum ve gerekse Türklerin hafızalarında silinmez izler
bırakmıştır
Abdurrahmân Gâzi, İzmit’in fethinde
de büyük hizmetlerde bulundu. Samandra tekfurunun fidyesi bahanesiyle İzmit’e
gitti. Kaleyi inceleyen ve çevreyi tanıyan Abdurrahmân Gâzi, geldiğinde İzmit’in
nasıl alınabileceğini Orhan Gâzi’ye bildirince, Pâdişâh da onu orduya rehber ve
öncü tâyin etti.
Mücâhidlerin tedbir, gayret ve
îmânları neticesinde küfrün en büyük kalelerinden İzmit de fethedilmiş, çan sesi
yerine burçlarda ezân-ı Muhammedi okunmaya başlanmış oldu. Ömrü, muhârebe
meydanlarında, İslâmiyet’e hizmetle geçen Abdurrahmân Gâzi, 1329 yılında vefât
etti.
AYDOS KALESİNİN FETHİ
1328 (H. 728) târihinde Orhan Gâzi,
Abdurrahmân Gâzi ile Konur Alb’den Aydos kalesinin fethedilmesini istedi. Ancak
kalenin çok sağlam istihkâmları, işin uzunca bir zaman alacağını göstermekteydi.
Bu sebeble mücâhid Gâziler bir fırsat zuhur edeceği ve zaferi böyle
sağlayacakları ümidini beslemekte ve sebeblere yapışıp Allahü teâlâya tevekkül
ederek hazırlıklarını sürdürmekte idiler. Nitekim hadis-i şerîfde;
“Allahü
teâlâ bir şeyin olmasını murâd ettiğinde onun sebeblerini de
hazırlar” buyrulduğu üzere, burada da
hâdiseler öylece gelişti.
Aydos kalesi tekfurunun güzel bir
kızı vardı. Bir gece rüyasında dar ve derin bir kuyuya düştüğünü gördü.
Kendisini kurtarmak için tutunacak bir şey, bir çıkış yolu da bulamadı.
Yakınlarından kimse feryadına cevap vermedi. En sonunda bu korkunç kuyunun
ölümüne sebeb olacağı korkusuyla ümidi kırıldı. Çırpınmaktan vazgeçtiği sırada
nûr gibi parlayan bir genç, karanlık kuyunun kenarına gelip, onu bu tehlikeli
çukurdan çıkardı ve ipekten elbiseler verdi. Uyandığında gördüğü rüyadan
hayretler içinde kaldı. Gece gündüz rüyada gördüğü yiğidin hayâli gözünün
önünden gitmez oldu. Kendi kendine; “Benim hâlim ne oldu ki, beni bu çukurdan
çıkardı. Giyecekler verdi ve hem durduğum yerden gitti, öyle anlaşılıyor ki,
benim hâlim başka türlüye dönse gerek” diye düşünürken, ansızın Türkler kale
önünde göründü ve muhasara başladı. Muhasara bir müddet devam etti. Kale çok
sağlam ve burçları yüksek olduğundan fethedilemedi. Tekfurun kızı, gönül alıcı,
pırıl pırıl bir günde içini karartan kederleri ve merakı bir parça olsun
dağıtmak için kale burçlarında savaşmaya çıktı. Birden aşağıda Türk askeri
önünde dimdik duran Abdurrahmân Gâzî’yi gördü. Rüyasında kendisini kuyudan
çıkaran kişi olduğunu anladı. Gördüğü rüyanın tâbirini kendisi yaptı ve
müslümanlar arasına katılmanın lüzumunu duydu. Odasına gidip rumca bir mektup
yazdı. Bu mektupta, rüyasını anlatıp müslüman olmak istediğini belirtip;
“Dileğiniz bu kaleyi almak ise, şimdi kaçarcasına kale önünden çekiliniz ve
filân gece, bir kaç yiğitle gizlice duvarların altına geliniz, o vakit kaleyi
kolaylıkla ele geçirmiş olursunuz” diye yazmıştı. Yalvarışlarla dolu olan
mektubu bir taşa sardı. Savaşır gibi yaparak kaleden o taşı Türk askerlerinin
arasına attı. Taş yuvarlanıp Abdurrahmân Gâzî’nin önüne düştü. Abdurrahmân Gâzi,
sarılı taşı görünce hemen mektubu aldı ve doğruca Akçakoca’nın yanına sitti.
Mektup, yazıdan anlayanlara gösterildi. İçindekiler anlaşılınca Konur Alb’in de
iştirakiyle durum müzâkere edildi. Sonunda geri çekiliş plânları düzenlendi.
Kaleye son bir taarruz yapıldıktan sonra kendi oturdukları Samandra hisarını da
ateşe vererek düşmana bölgeden Türklerin çekildikleri zannını vermeyi uygun
gördüler. İş bundan sonra kararlaştırıldığı şekilde yapıldı. Aydos hisarı halkı,
Türklerin korku ve yılgınlıktan çekildiklerini zannederek sevinçten
kendilerinden geçip, yiyip içmeye başladılar. İşin nereye varacağından habersiz,
sarhoş oldular. Abdurrahmân Gâzi mektupta belirtilen gece, yanında seksen
yiğitle kızın dediği yere geldi. Kız, Gâzi Abdurrahmân’ı bekliyordu. Onun
geldiğini görünce, hisar bedenine ip bağlayarak aşağıya sarkıttı. Abdurrahmân
Gâzi bir örümcek misâli ipe tırmanarak kaleye çıktı. Arkasından bir avuç
bahadırı da kaleye çıkardı. Kızın tavsiyesine uyarak kale kapılarını bekleyen
askeri zararsız hâle getirmek üzere hisarın kapısına vardılar. Sızmış, uyuyan
kapıcının yatağında buldukları kale anahtarları ile hisar kapısını açtılar. Plân
gereğince dışarda hazır olan Akça Koca ve gâziler içeri girerek kaleyi ele
geçirdiler. Böylece Aydos kalesi fethedildi.
Kalenin fethinden sonra Abdurrahmân
Gâzi, tekfur ile kızını ve pekçok ganimeti Yenişehir’de bulunan Orhan Gâzi’ye
götürüp teslim etti. Keremli pâdişâh Orhan Gâzi, âlemin tek sahibi yüce Allah’a
şükürler ettikten sonra Aydos kalesi tekfurunun gönüller alan güzel kızını
Abdurrahmân Gâzi ile nikahladı ve sayısız ganimetlerle mükâfatlandırdı.
Evliliklerinden Karaca Abdurrahmân adıyla tanınan bir oğulları oldu. Bu
delikanlı öyle bir mücâhid oldu ki, İstanbul’da yaşayan kâfirler rahat ve huzuru
unuttular ve gözlerine uyku girmez oldu. Bizans kadınları çocuklarını; “Karaca
Abdurrahmân geliyor, ağlama!” diye korkuturlardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde,
İstanbul-1332); sh. 33
2) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Mehmed Neşri,
Ankara-1987); cild-1, sh. 139
3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1,
sh. 15
4) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1,
sh. 117.
5) Devlet-i Osmaniyye Târihi; (Hammer);
cild-1, sh. 93
6) Devlet Kuran Kahramanlar; (Safa Öcal,
İstanbul-1987); sh. 90
Abdurrahmann Kutub Hakkında Genel Bilgi
Abdurrahmann Kutub Hakkında Genel Bilgi
Abdurrahmann Kutub Hakkında Bilgi
Abdurrahmann Kutub İle ilgili Genel Bilgi
Abdurrahmann Kutub İle ilgili bilgi
Abdurrahmann Kutub Kimdir?
Abdurrahmann Kutub Hayatı?
ABDURRAHMÂN KUTUB
Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup; Alim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî lakabları ile meşhur oldu. Zamanının kutbu idi. Hicrî on üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Hoşâb (Güzelsu)’da medfûndur. Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutb Muhammed bin Kâsım Bağdâdî’dir.
Seyyid Abdurrahmân Arvâsî’nin büyük dedesi olan Seyyid Kasım Bağdadî, Hülâgu’nun Bağdâd katliâmı esnasında, Bağdâd’dan çıkıp, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde aile fertleri ile birlikte uzun yıllar kaldı. Kemâl derecesine erişen oğlu Muhammed Velî hazretlerini doğu Anadolu’ya gönderdi. Kendisi Mısır’a gidip Ezher Medresesi müderrislerine reislik yaptı. Daha sonra Medîne’de vefât etti. Anadolu’da kalan oğlu Muhammed Velî, Hakkâri beyi İbrâhim Han’ın kızı Fâtımâ Hanım’la evlenerek yüksek dağlar arasında geçidi zor bir yere, bir dergâhla, iki katlı bir câmi yaptırdı. Arvas (Van’ın Bahçesaray İlçesine bağlı Doğanyayla) köyünü kurdu. Burada nadide eserlerden bir kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşretti. Soyundan gelenler, onun yolunu tâkib ettiler. Seyyid Muhammed’in torunlarından Seyyid Abdullah genç yaşta ölünce, oğlu Abdurrahmân daha doğmamıştı. Annesi küçük yaşta babasız kalan bu oğlunun üzerine titredi; okuyup büyük âlim olması için çok îtinâ gösterdi. Daha küçük yaşta âlimlerin huzuruna gönderip, ilim öğrenmesini sağladı. Abdurrahmân, yedi-sekiz yaşlarında Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimlerde ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Bulûğ çağına gelince, Arvas’da seyyidlerin çoğalması için, annesi onu zorla evlendirdi. Her çocuğu dünyâya geldikçe, kendisinden çok annesi seviniyordu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Abdülhakîm-i Arvâsî, Abdurrahmân Arvâsî’nin torunlarıdır.
Seyyid Abdurrahmân hazretleri, tasavvuf yolunda da yetişerek büyük bir velî oldu. Zamanın mürşid-i kâmili idi. Medresesinde talebe yetiştirmeye başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce Hak âşığı huzuruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular. Seyyid Abdurrahmân’ın ömrü, zahir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvas’taki medrese ve hankâhı; Hoşâb’da da (Güzelsu) bir medrese ve hankâhı vardı. İstanbul, Hicaz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen mes’eleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd nuruyla aydınlanmıştı. Bu sebeble sultan ikinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsını istirham eder, husûsî hediyeler ve selâmlarını gönderirdi.
Seyyid Abdurrahmân, zamanın beylerine, paşalarına mektuplar yazarak nasihat eder, uzak memleketlere dahi mektuplar gönderirdi, İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbasî’ye yazdığı Fârisî mektuplar çok kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân’dan gelen başka bir mektubun sonuna şu satırları eklemiştir: “Mevlânâ hazretleri, bu mektubu, bu fakire 1778 (H. 1192) senesinde göndermiştir. Musîbete sabretmek lâzım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Bir kaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ’nın kerâmetini buradan anlamalıdır.”
Torunlarından Muhammed Emin Efendi anlattı: “Van’da, yaz ayları çok kurak geçer. Halk yağmur yağmasını arzu edince dedem Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin mezarı başındaki taşı alırlar, alt taraflarda akan derenin suyuna sokarlar. O zaman yağmur yağmaya başlar. Taş, zaman zaman alınıp suya sokulduğu için incelmiş durumdadır. Bu, dedemin Allahü teâlâ katında ne kadar makbûl olduğunu gösterir.”
KAN LEKELERİ!..
Seyyid Abdurrahmân, çok cömert ve ihsân sahibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için ortaya koyar, uzak yerlerde Allah yolunda cihâd edenlerin yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı: “Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan içinde geldiği bir gün kendisine; “Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?” diye sordum. O da; “Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemez isen, bu sırrı sana söylerim” dedi. Ben de; “Söylemem” dedim. Bunun üzerine; “Biz vazifemiz icâbı, zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz” buyurdu. Ben de, o yaşadıkça bu sırrı hiç kimseye söylemeyip sakladım.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023
2) Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 194
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, Sh. 302
4) Eshâb-ı Kiram; sh. 165, 333
Abdurrahmann Kutub Hakkında Bilgi
Abdurrahmann Kutub İle ilgili Genel Bilgi
Abdurrahmann Kutub İle ilgili bilgi
Abdurrahmann Kutub Kimdir?
Abdurrahmann Kutub Hayatı?
ABDURRAHMÂN KUTUB
Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup; Alim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî lakabları ile meşhur oldu. Zamanının kutbu idi. Hicrî on üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Hoşâb (Güzelsu)’da medfûndur. Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutb Muhammed bin Kâsım Bağdâdî’dir.
Seyyid Abdurrahmân Arvâsî’nin büyük dedesi olan Seyyid Kasım Bağdadî, Hülâgu’nun Bağdâd katliâmı esnasında, Bağdâd’dan çıkıp, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde aile fertleri ile birlikte uzun yıllar kaldı. Kemâl derecesine erişen oğlu Muhammed Velî hazretlerini doğu Anadolu’ya gönderdi. Kendisi Mısır’a gidip Ezher Medresesi müderrislerine reislik yaptı. Daha sonra Medîne’de vefât etti. Anadolu’da kalan oğlu Muhammed Velî, Hakkâri beyi İbrâhim Han’ın kızı Fâtımâ Hanım’la evlenerek yüksek dağlar arasında geçidi zor bir yere, bir dergâhla, iki katlı bir câmi yaptırdı. Arvas (Van’ın Bahçesaray İlçesine bağlı Doğanyayla) köyünü kurdu. Burada nadide eserlerden bir kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşretti. Soyundan gelenler, onun yolunu tâkib ettiler. Seyyid Muhammed’in torunlarından Seyyid Abdullah genç yaşta ölünce, oğlu Abdurrahmân daha doğmamıştı. Annesi küçük yaşta babasız kalan bu oğlunun üzerine titredi; okuyup büyük âlim olması için çok îtinâ gösterdi. Daha küçük yaşta âlimlerin huzuruna gönderip, ilim öğrenmesini sağladı. Abdurrahmân, yedi-sekiz yaşlarında Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimlerde ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Bulûğ çağına gelince, Arvas’da seyyidlerin çoğalması için, annesi onu zorla evlendirdi. Her çocuğu dünyâya geldikçe, kendisinden çok annesi seviniyordu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Abdülhakîm-i Arvâsî, Abdurrahmân Arvâsî’nin torunlarıdır.
Seyyid Abdurrahmân hazretleri, tasavvuf yolunda da yetişerek büyük bir velî oldu. Zamanın mürşid-i kâmili idi. Medresesinde talebe yetiştirmeye başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce Hak âşığı huzuruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular. Seyyid Abdurrahmân’ın ömrü, zahir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvas’taki medrese ve hankâhı; Hoşâb’da da (Güzelsu) bir medrese ve hankâhı vardı. İstanbul, Hicaz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen mes’eleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd nuruyla aydınlanmıştı. Bu sebeble sultan ikinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsını istirham eder, husûsî hediyeler ve selâmlarını gönderirdi.
Seyyid Abdurrahmân, zamanın beylerine, paşalarına mektuplar yazarak nasihat eder, uzak memleketlere dahi mektuplar gönderirdi, İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbasî’ye yazdığı Fârisî mektuplar çok kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân’dan gelen başka bir mektubun sonuna şu satırları eklemiştir: “Mevlânâ hazretleri, bu mektubu, bu fakire 1778 (H. 1192) senesinde göndermiştir. Musîbete sabretmek lâzım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Bir kaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ’nın kerâmetini buradan anlamalıdır.”
Torunlarından Muhammed Emin Efendi anlattı: “Van’da, yaz ayları çok kurak geçer. Halk yağmur yağmasını arzu edince dedem Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin mezarı başındaki taşı alırlar, alt taraflarda akan derenin suyuna sokarlar. O zaman yağmur yağmaya başlar. Taş, zaman zaman alınıp suya sokulduğu için incelmiş durumdadır. Bu, dedemin Allahü teâlâ katında ne kadar makbûl olduğunu gösterir.”
KAN LEKELERİ!..
Seyyid Abdurrahmân, çok cömert ve ihsân sahibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için ortaya koyar, uzak yerlerde Allah yolunda cihâd edenlerin yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı: “Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan içinde geldiği bir gün kendisine; “Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?” diye sordum. O da; “Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemez isen, bu sırrı sana söylerim” dedi. Ben de; “Söylemem” dedim. Bunun üzerine; “Biz vazifemiz icâbı, zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz” buyurdu. Ben de, o yaşadıkça bu sırrı hiç kimseye söylemeyip sakladım.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023
2) Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 194
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, Sh. 302
4) Eshâb-ı Kiram; sh. 165, 333
Abdullah-i İlâhî Öyle Tevbe etti ki ..!!
Öyle bir Tevbe Etti Ki !!!!
Abdullah-i İlâhî bir gün sohbet ederken, söz,
çalışmak ve gayretten açılmıştı. “İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe
olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuşlardı. Bu sırada sohbetinde
bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü kabûllenmeyip, at
hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun hâli nasıl oldu
diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri
kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim söze, at
hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat
ona da cevap vardır.” Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi
işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar; “Duymadık” deyince
anlatmaya başladı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı. Ömrünü
böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve
evliyâsı olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği
sırada ahırın duvarlarından biri yarılıp içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr
içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâl karşısında, kendini hemen at
gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre
içine gömülmüş. Bu sırada ahırın duvarlarından biri daha yarılmış, daha parlak
bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı
olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce,
hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi zât, o iki kişiye niçin
geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi
tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun
yerine” at hırsızlığı yapan kişiyi tâyin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ
olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen
kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına
vanp, onu gübreler arasından çıkardılar; gönlünü alıp, tebrik edip,
kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip,
elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın
cenazesini kaldırmaya gidip, cenaze namazını kıldılar ve defnettiler.”
Abdullah-i İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan
sonra şöyle dedi; “Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma
yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyânın üçler yoluna girip, onlardan oldu diye
bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o zâtlar yanına girdiklerinde,
şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına saklanıp, ne kadar zorluk ve
ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını
kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle
pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği
kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönetip riyazet çeken
kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz.” Abdullah-i ilâhî
hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini dinleyince, sohbetin başında
kalbinde bâzı itirazlar bulunan o âlim kimsenin, içindeki şüphe ve yanlış
düşünceleri temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini öpüp, özür diledi ve
sevenlerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Nefehât-ül-üns tercümesi (Lâmii Çelebi,
İstanbul-1289); sh. 460
2) Şakâik-i Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 262
3) Seyehatnâme (Evliya Çelebi, İstanbul-1318);
cild-8, sh. 175
4) Tezkiret-i Latîfi; sh. 50
5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 91
6) Sefînet-ül-evliyâ (Hüseyin Vassâf Halveti,
Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma bağışlar No: 2305); cild-1, sh. 29
7) Güldeste-i Riyâz-ı İrfan (İsmâil Beliğ,
Bursa-1302); sh. 140
8) Tâc-üt-tevârih
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1079
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 214
11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3099
12) Fevâid-ülbehiyye; sh. 145
13) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 358
Abdullah-i İlahi Hakkında Genel Bilgi
Abdullah-i İlahi Hakkında Genel Bilgi
Abdullah-i İlahi Hakkında Bilgi
Abdullah-i İlahi İle ilgili Bilgi
Abdullah-i İlahi İle ilgili Genel bilgi
Abdullah-i İlahi Kimdir?
Abdullah-i İlahi Hayatı
Anadolu’da yetişen evliyânın
büyüklerinden. İsmi, Abdullah’dır. Molla İlâhî, Şeyh-i Simâvî lakablarıyla
tanındı. O zamanki adıyla Germiyan vilâyetinin (Kütahya) Simav kasabasında
doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) târihinde Rumeli Vardar
Yenicesi’nde vefât etti. Kabr-i şerifi oradadır. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinde
Molla İlahî’nin dîne hizmetlerinden ve kabrinin ziyaret edildiğinden
bahsetmektedir.
İlk tahsîlini doğduğu yerde yapan
Abdullah-i İlâhî, sonra ilim ve irfan merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek
Medresesi’ne kaydoldu. Aklî ve naklî ilimlerde yükseldi. Zamanın en meşhur
âlimlerinden olan ders okuduğu hocası Alâaddîn Tûsî ile birlikte İran’a gitti.
Kirman’da hocasının derslerine devam etti. Bundan sonra Semerkand’a gidip
zamanın mürşîd-i kâmili ve evliyânın büyüğü, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine
talebe olup sohbetlerine kavuştu. Ondan feyz alıp, tasavvufda yetişti. İcazet
aldıktan sonra hocasının işareti ile Buhârâ’ya geçip Şâh-ı Nakşibend
hazretlerinin kabrini ziyaret ederek bir seneye yakın ibâdet ve tefekkürle
meşgul oldu. Böylece Nakşibend hazretlerinin rûhâniyetlerinden de feyz alıp,
olgunluğa erişti. Öyle ki, Behâeddin-i Buhârî (r. aleyh) kabrinden çıkıp ona
gözükür, o da hâlini, rüyalarını anlatır, tâbirini dinlerdi. Abdullah-ı İlâhî,
bir müddet sonra Semerkand’a hocasının yanına döndü ve sohbetlerine devam etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona icazet verdi ve Anadolu’da vazifelendirdi.
Yolda zamanın evliyâsından Molla Abdurrahmân Câmî ile Herat’ta görüştü. Sonra
memleketi olan Simav’a yerleşti. Simav’da bir dergâh kurup, burada insanın
olgunlaşmasını, îmânın vicdânîleşmesini sağlayan Ahrâriyye yolunun edeblerini
öğretti.
Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı
Çelebi Muhyiddîn Efendi’nin ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı
oldu. Vezir Muhyiddîn Efendi’nin kendisi ve talebeleri için hazırladığı yerlerde
oturmayı kabul etmeyip, Zeyrek Câmii’nin boş ve viran hâldeki medresesine
yerleşti. Kısa zamanda herkesin mürâcât kaynağı oldu. İstanbul’daki evliyânın
büyüklerinden Şeyh Vefâ ile görüşüp sohbette bulundu. Bir müddet Zeyrek Câmii
Medresesi’nde ilim ve feyz saçtıktan sonra Evrenoszâde Ahmed Bey, onu Rumeli’de
Vardar Yenicesi’ne götürmek istediğini arzetti. Yerine Semerkand’dan Anadolu’ya
getirdiği talebesi Seyyid Ahmed Buhârî’yi bırakarak, bu daveti kabul edip Vardar
Yenicesi’ne gitti. Evrenoszâde’nin yaptırdığı hânekâha yerleşti.
Abdullah-i İlâhî, ömrünün sonuna
kadar Rumeli Vardar Yenicesi’nde ikâmet edip, insanları manevî olgunluğa
ulaştırmakla meşgul oldu. En meşhur talebeleri Emîr Ahmed Buhârî, Muslihiddîn
Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Vardar Yenicesi’nde kıymetli eserler te’lif etti. Onun
sebebiyle o belde îmâr gördü. Câmiler, hanlar, ziyâretgâhlar yapıldı. Abdullah-i
İlâhî, mütevâzî, güzel ahlâk sahibi bir zât olup, çok kerâmetleri görüldü.
Âbid Çelebi anlatır: “Abdullah-i
ilâhî’nin huzurunda bir müddet kalıp sohbetlerine devam ettim. Kalbim açılmadı.
Şeyh Muhyiddîn-i İskilîbîye gitmeye karar verdim. Bir gün câmide namaz
kılıyordum. Aklımda hep bu düşünce vardı. Hocam da yukarıda namaz kılıyordu.
Namazdan sonra bana dönüp; “Seni, namaz kılarken Muhyiddîn-i İskilîbî’nin
şeklinde gördüm” buyurdu, özür diledim. Elini öptüm ve hizmetini nîmet bilip
ayrılmadım. Gün geçtikçe gönlüm aydınlandı. Ard arda gelen feyzlerine
kavuştum.”
Abdullah-i İlâhî’nin en meşhur
eserleri şunlardır: 1- Keşf-ül-Vâridât li tâlib-il-kemâlât ve
gâyet-id-Derecât. 2- Meslek-üt-tâlibîn vel-vâsilîn: Tasavvufî bir eser
olup, Türkçe yazılmıştır. Yazma bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Lala İsmâil
kısmı No: 140’da mevcuddur. 3- Zâd-ül-müştâkîn: Vardar Yenicesi’ne gittikten
sonra kaleme aldığı tasavvufî bir eser olup, yüzden fazla tasavvuf ıstılahının
açıklamasıdır. Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmı No: 420’de bir
nüshası vardır. 4-Esrârnâme: Süleymâniye Kütüphânesi Hâşim Paşa
kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 5- Risâle-i
Vücûd: Vahdet-i vücûd mevzuunu îzâh için kaleme alınmıştır. Arabça
olup, Süleymâniye Kütüphânesi Mihrişah kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 6-
Risâle-i
Ehâdiyye: Fârisî dille yazılmıştır. Hadarât-ı hams, âlem-i ceberut,
âlem-i lâhût, âlem-i hakâik, cem’ul-cem’, gayb-ul-meçhûl, mâhiyet-ül-mâhiyyât,
hüviyyet-i gayb, ehadiyyet gibi terimler açıklanmıştır. Şehîd Ali Paşa
Kütüphânesi No: 1390’da bir nüshası vardır. 7- Menâzil-ül-kulûb: Rûzbihân-ı Baklî’nin Risâle-i
kuds adlı eserine Farsça yaptığı şerhtir. Bu şerh, Muhammed Takî’nin
Rûzbihânnâme adlı eserinin içinde yayınlanmıştır
Tahran-1968).
Kenz-ül-esrâr,
Necât-ül-ervâh, Risâle-i Molla İlâhî veya Risâle-i Es’ile ve Ecvibe ve
Mi’râciyye eserleri
de Molla İlâhrye nisbet edilmektedir.
Molla İlâhî’nin Türkçe eserleri
onbeşinci yüzyıl Türk nesri bakımından çok önemlidir.
ÖYLE BİR TÖVBE ETTİ Kİ!..
Abdullah-i İlâhî bir gün sohbet
ederken, söz, çalışmak ve gayretten açılmıştı. “İnsan çalışıp, gayret
göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuşlardı. Bu sırada
sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü
kabûllenmeyip, at hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun
hâli nasıl oldu diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen
düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim
söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi?
Fakat ona da cevap vardır.” Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi
işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar; “Duymadık” deyince
anlatmaya başladı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı. Ömrünü
böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsı
olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği
sırada ahırın duvarlarından biri yarılıp içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr
içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâl karşısında, kendini hemen at
gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre
içine gömülmüş. Bu sırada ahırın duvarlarından biri daha yarılmış, daha parlak
bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı
olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce,
hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi zât, o iki kişiye niçin
geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi
tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun
yerine” at hırsızlığı yapan kişiyi tâyin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ
olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen
kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına
vanp, onu gübreler arasından çıkardılar; gönlünü alıp, tebrik edip,
kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip,
elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın cenazesini
kaldırmaya gidip, cenaze namazını kıldılar ve
defnettiler.”
Abdullah-i İlâhî, sohbetinde
bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi; “Şimdi at hırsızlığı yapmaya
giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyânın üçler
yoluna girip, onlardan oldu diye bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o
zâtlar yanına girdiklerinde, şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına
saklanıp, ne kadar zorluk ve ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir.
Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama
yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere
öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü
teâlâya yönetip riyazet çeken kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler
yapamaz.” Abdullah-i ilâhî hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini
dinleyince, sohbetin başında kalbinde bâzı itirazlar bulunan o âlim kimsenin,
içindeki şüphe ve yanlış düşünceleri temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini
öpüp, özür diledi ve sevenlerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Nefehât-ül-üns tercümesi (Lâmii Çelebi,
İstanbul-1289); sh. 460
2) Şakâik-i Nu’mâniyye Tercümesi; sh.
262
3) Seyehatnâme (Evliya Çelebi, İstanbul-1318);
cild-8, sh. 175
4) Tezkiret-i Latîfi; sh.
50
5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh.
91
6) Sefînet-ül-evliyâ (Hüseyin Vassâf Halveti,
Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma bağışlar No: 2305); cild-1, sh.
29
7) Güldeste-i Riyâz-ı İrfan (İsmâil Beliğ,
Bursa-1302); sh. 140
8) Tâc-üt-tevârih
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh.
1079
10) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; cild-11, sh. 214
11) Kâmûs-ül-a’lâm;
cild-4, sh. 3099
12)
Fevâid-ülbehiyye; sh. 145
13)
Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 358
Abdullah Cevdet Hakkında Genel Bilgi
Abdullah Cevdet
Abdullah Cevdet Hakkında Genel Bilgi
Abdullah Cevdet Hakkında Bilgi
Abdullah Cevdet İle İlgili Genel Bilgi
Abdullah Cevdet İle ilgili Bilgi
Abdullah Cevdet Kimdir?
Abdullah Cevdet Hakayatı
,Osmanlı
Devleti’nin son devirlerinde yaşamış, Jön Türkler hareketini başlatanlardan ve
İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk kurucularından. Diyârbekir-Birinci tabur
kâtibi Ömer Vasfî Efendi’nin oğludur. 9 Eylül 1869’da Arapkir’de doğdu, 29
Kasım 1932’de öldü.
İlk
tahsilini doğum yeri olan Arapkir’de ve Hozat’ta yaptı. Ma’mûret-ül-Azîz
(Elazığ) Askerî rüşdiyesini bitirdi. On beş yaşlarında İstanbul’a geldi. Kuleli
Askerî tıbbiye idâdîsinden me’zûn olup, Mekteb-i tıbbiyyeye kayd oldu. Dindar
bir aileye mensûb olmasına rağmen; o devirde Mekteb-i tıbbiyede hâkim olan
biyolojik materyalist fikirlerin te’sirinde kaldı. Bilhassa arkadaşlarından
İbrâhim Temo’nun verdiği Felix Isnard’in hezeyanlarla dolu Spiritualisme et Materialisme adlı
eserinin te’sirinde kaldı. Dînin insan üzerindeki fonksiyonlarını inkâr eden ve
her şeyi madde ile açıklamaya çalışan, materyalist görüşlere yer veren bâzı
eserler yazdı. Siyâsete karşı da ilgi duyan Abdullah Cevdet, talebe iken
1889’da İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Mehmed Reşîd, Hikmet Emin gibi tıbbiyeli
arkadaşları ilebirlikte sonradan İttihâd ve Terakkî cemiyeti adını alacak olan
ittihâd-i Osmânî adlı gizli cemiyetin ilk kurucuları arasında yer aldı.
Okuldaki
gizli siyâsî çalışmaları sebebiyle bir kaç defa göz altına alınan Abdullah
Cevdet, 1894’de Mekteb-i Tıbbiye’den me’zûn oldu. Dr. Diran Acemyan’ın asistanı
olarak Haydarpaşa hastahânesinde göz doktoru yardımcılığına tâyin edildi. Aynı
sene içinde, kolera ile mücâdele için Diyârbekir’e geçici vazifeyle gönderildi.
Burada, İttihâd-i Osmânî cemiyetinin gelişmesi için çalıştı. Aralarında Ziya
Gökalp’in de bulunduğu pek çok kimseyi cemiyete üye kaydetti. İstanbul’a
dönünce de İttihâd-i Osmânî cemiyetinin yayımlayıp dağıtmayı plânladığı
beyânnameyi kaleme aldı. Bu sırada devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle
Erbâb-ı fesâddan (bozgunculardan) olduğu tesbit edilerek otuz üç arkadaşıyla
birlikte tutuklandı ve arkasından Meclis-i vükelâ (Bakanlar kurulu) kararıyla
1896’da Trablusgarb’a sürüldü. Burada kurulan yedi numaralı İttihâd ve Terakkî
şubesinin faal üyelerinden oldu. Ahmed Rızâ ve Mizancı Murâd’ın neşrettikleri;
Mizân, Meşveret ve Mechveret Supplement Français adlı dergilere imzasız ve “Bir
Kürt” takma adıyla yazılar gönderdi. Bu gizli ve yıkıcı faaliyetlerinin tesbiti
üzerine Fîzan’a sürüldü ise de Tunus’a kaçtı. Sonra Paris’e geçerek Osmanlı
Devleti’ni yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere katıldı. 1897’de
Cenevre’ye giderek, burada yeniden kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin
merkez komitesinde yer aldı. Kendisi gibi firarilerle birlikte çıkardıkları
Osmanlı gazetesinin baş yazarı oldu. Mısır’da çıkan Kânûn-i esâsî, Romanya’da
yayınlanan Sadâ-yı millet, Cenevre ve Londra’da yayınlanan Kürdistan
dergilerinde bir kürt takma adıyla yazılar yazdı. 1899’da Viyana sefareti
tabibliğine tâyin edildi. İlk zamanlarda maaşlarını İttihâd ve Terakkî
cemiyetine gönderirken, daha sonra bundan vazgeçtiği için arkadaşlarıyla arası
açıldı. Üç yıl kadar bu vazifede kalan Abdullah Cevdet, 1903 yılında tekrar
Cenevre’ye giderek, bir matbaa kurdu ve İctihâd mecmuasını neşretmeye başladı.
Arkadaşlarıyla birlikte Mart 1904’de Jön Türk hareketi içinde açıkça yıkıcı ve
bölücü emeller taşıyan tek teşkîlât olan Osmanlı İttihâd ve İnkılâp cemiyetini
kurdular. Yazılarında İkinci Abdülhamîd Han ve diğer hükûmet erkânı hakkında
çirkin ifâdeler kullandı. Bir rüya adlı eseri neşrettiği için 20 Ekim 1904’de
İsviçre’den sınır dışı edildi. İçtihâd dergisini ve kütüphânesini Mısır’a nakl
ederek bölücü, yıkıcı ve din düşmanı fikirlerin yayılmasına çalıştı. Şûrâ-yı
Osmânî cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İttihâd ve Terakkî
cemiyetinin diğer ileri gelenleriyle arası açıldı. Mısır’da bulunduğu sırada
meşhur İslâm düşmanı ve müsteşrik Dozy’nin Essai Sur L’histoire de L’islâmisme adlı kitabını
Târih-i
İslâmiyet adıyla tercüme etti. Sevgili Peygamberimizin hayâtını
marazî psikoloji ile açıklamaya çalıştığı bu eserde, ne derece büyük bir din
düşmanı olduğunu ortaya koydu. Bu sapık fikirleri sebebiyle dindar insanların
samîmî duygularını rencide ettiği için pek çok kimse tarafından Adüvvullah
Cevret yâni kendi yanlış fikrinden başkasını kabul etmeyen Allah düşmanı diye
anılmıştır. Onun bu fikirlerine, o yıllarda Sırât-ı Müstakim dergisinde zamanın
hakîkî âlimleri tarafından cevap verilmiştir.
İkinci
Meşrûtiyet’in ilânından ve İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden
sonra 1910 yılı sonlarında İstanbul’a dönen Abdullah Cevdet’in, İttihâd ve
Terakkî cemiyeti ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu’nda İctihâd
evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihâd dergisinin yayınına devam etti.
Birinci cihân harbinin sonunda İttihâdçıların iktidardan düşmesine sevinen
Abdullah Cevdet, 1910 yılında kurulan Osmanlı Demokrat fırkasının ikinci
başkanı oldu. Daha sonra bu fırka Hürriyet ve İtilâf fırkasına katılınca,
siyâsî faaliyetlerini Kürt Teâlî cemiyetine girerek devam ettirdi ve Vilâyât-ı
Sitte’nin muhtariyeti (bağımsızlığı) için çalıştı. Anadolu üzerinde kirli
emelleri olan vatan, devlet ve din düşmanlarıyla aynı safta yer aldı.
Çıkardığı
İctihâd mecmuası,
din ve devlet aleyhinde yazılar yayınladığı için, bir çok defa kapatıldı.
İctihâd’ın son defa kapatılması ise 30 Aralık 1913’de oldu. Bu arada İsviçre’ye
giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de,
isteği İsviçre hükûmeti tarafından kabul görmedi. İttihâdcılarla arasındaki
münâsebetleri düzeltmek için, onların desteğiyle çıkan Hak gazetesinin baş
yazarlarından oldu.
Birinci
cihân harbi sonunda mütâreke (ateşkes) îlân edilmesi üzerine, yeniden siyâset
ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918’den îtibâren İctihâd dergisini yeniden çıkardı.
Tekrar İttihâdcıların aleyhinde vazılar yazmakla birlikte, İngilizlerin
himayesini isteyen İngiliz Muhibler cemiyetini kurdu ve ilk nizâmnâmesini
hazırladı. Ayrıca İngilizlerle iş birliği yapan Kürdistan Teâlî cemiyetinde de
önemli roller aldı. İctihâd mecmuasında devamlı surette dîni tezyif
edici yazılar neşr etti. Bir ara sıhhiye müdürü olduysa da bu vazifeden alındı.
25 Mayıs 1920’de bu vazifeye yeniden tâyin edildi ancak, beş ay sonra tekrar
alındı. Yeniden İctihad’ı
neşre başladı. 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında yeni bir din olarak
bahâîliğin kabul edilmesini tavsiye etti. Hakkında açılan bir dâva neticesinde
20 Haziran 1922’de iki yıl hapse mahkûm oldu. Dâva temyizce bozuldu. Cumhuriyet
döneminde de süren dâva, 30 Aralık 1926’da “Enbiyâ’ya ta’n fezâhat-ı lisâniyye”
suçlarıyla ilgili maddenin ceza kânunundan çıkarılması üzerine düştü.
İstiklâl
harbinden sonra İctihâd
mecmuasında yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. 1924’de
Elazığ meb’ûsluğuna getirileceği yolunda söylentiler yaygınlaştı. Fakat
aleyhindeki yayınlar ve söylenilenler sebebiyle meb’ûs (milletvekili)
yapılmadı.
Düşünce
yapısını; bölücülük, millet ve din düşmanlığı üzerine kuran Abdullah Cevdet,
yayınladığı İctihâd
mecmuasında Türkiye’nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; “Neslimizi ıslâh
etmek, kuvvetlendirmek (ıstıfâ’ya tâbi tutmak) için Avrupa’dan ve Amerika’dan
damızlık erkek getirmek gerekir” şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı
kendi imzasıyla yayınladı. Bu yazısı, o günlerde müslümanlar arasında büyük ve
derin bir nefrete sebeb oldu. Ömrünün sonuna doğru sapık fikirleri ve dengesiz
hareketleri sebebiyle tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet, 29 Kasım 1932’de
öldü.
Kendisi
doktor olmasına rağmen tıb ile ilgili önemli bir çalışmasına rastlanmayan
Abdullah Cevdet’in, bir kısmı te’lif, bir kısmı tercüme olan, İslâm
düşmanlığını ve biyolojik materyalizmi anlatan eserleri bulunmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İzâle-i şükûk (İsmâil Fenni Ertuğrul,
İstanbul-1928)
2) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl
İnal, İstanbul-1987); sh. 24
3) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri 1895-1908 (Şerif
Mardin, Ankara-1964); sh. 162
4) Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet
ve Dönemi (M. Şükrü Hanioğlu, İstanbul-1981)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)